Son Söz Yerine

1. Herşeyin Halveti/İhtilatı Diye Bi’şey Mi Var?

Baba ile oğulun, ana ile oğul arasında işlemeyen bir hukuku vardır. Çünkü mesela ana ile oğulun arasında olup bir minvalde baba-oğul hukukunun kalini yahut ref’ini hatta tatilini yahut iptalini kah ilzam eder kah iktiza eder şeyleri görmezden gelmeyerek beşeriyet husule gelir. “O’lukları, hüviyetleri” başka ne türlü izah edebilirdik ki, değil mi?

Münasebetimizin, sahabetimizin, akranlığımızın, akrabalığımızın, erkanımızın, zevcimizin, hısmımızın, erbabımızın ilahiri her çeşitten alakadarlığımızın birbirinin etrafına, huzuruna eşit, mertebesiz, sırsız, mahremsiz, keyfiyetsiz çıkarıldığı bir tektip minval, evrad falan yok ki “herşeyin hukuku” diye bir şey olsun. Ama enformasyonizm “herşeyin hukuku” gibisinden teorilerin hipotezleri mesabesinde vehimleri zihinlerde tulu’ ettiren bir güce ulaştı.

2. Ya “Benim Gibi Ol” Ya “Bana Uy”

Komünitivite birbirine emsal birbirleriyle akran insanları akla getirecek elbet ilk elde. Bu insanlar taşıdıkları niyetleri yahut endişeleri dolayımında emsallik, akranlık izhar edegeldikleri icapla içtima halinde olmaktan çok “müşterek mukabil ameliye ve faaliyetleri” gerektirmesiyle içtima halindedirler. İçtima tezahür ettiren mütekabiliyetlerinin rahmı ve o rahmın istilzamına dair soyut müstahzarlar ne ola diye fehmedince neleri keşfedeceğiz acaba?

“Benim gibi ol” sözü ve “bana uy” sözü aynı gibi gelse de, aralarındaki fark yukarıdaki sorumuzun cevabına kılavuzdur.

3. Mikroları/Minörleri Beşeri Olmayan Komünitivite

Her biri “tek ve kesin” teessüriye yayan “işletmeler, idarehaneler, daireler, malikhaneler” halinde tesis edilen imalat ve hizmet binaları hiçbir zaman ne işyeri ne iş saiklerine muvafıktır. Yapılan işler, o işlerle karşılanan ihtiyaçlar hangi mecra ve mahalde yapılıyorsa o vesileden koparılamayacak karakteristikleri doğuran, besleyen mecra ve mahaller olmak zorundadır. Bu zorunluk bugün ifsadolunmuştur. Zira artık bir işletme “tam belirginlik” keyfiyetinde “tek ve kesin bir çarşı, pazar” cesametine yükseltilmiştir. Öyle ki o işletme içinde birbirinden farklı, bağımsız karakterli “girdiler” ile “çıktılar” arasında iştigal edilen ve hatta icabında müstakilen sürdürebilinir karakterde çok sayıda iş-işyeri kabzolunmuştur.

İşbu hal, tabii tevafukların doğduğu, yaşadığı mecranın ve mahallin berhava edildiği mekanlara çevirmiştir çarşıyı, pazarı. Ki o yerde hazır olan, hazır duran, hazıra gelen insanları ve nihayet cemiyeti ifsad edecekti zaten. İçtimanın ruhu olan yapıları/mecraları olmayınca mikroları/minörleri kartopuna sıkışmış kar kristali gibi içtimanın da yok olduğunu iyi bellemeli. Dükkan veya tezgah ile işletmeyi nasıl ki aynı şeyler saymakla hata edeceğizdir, pazar müştemilatının iletişim teknolojileri egemenliğine enerji/yakıt durumuna düşürülmesi o emsal bir hata olacaktır. Yani alanını, satanını, taşıyanını, çalışanını, işleyenini, sökenini, kuranını, yıkanını, tutanını bir “ikon düğme” yaparsanız ekranlara, pazarın; işte o an komünitivitenin öldüğü andır.

İntibaat İle Fikriyat Arasında Komünitivite

Artık Türkiye’de demokrasi şehitleri de demokrasi mabedi de var. Bu durum cinnet Türkiye’de hakimiyet kurmuş durumudur. Cinnet… yani hiçbir sayıya, ölçüye, tabire, tarife sığmayacak fecaat hali ve şartları.

Ne olup olmadığı bir fikrediş alanından tesbitine başlanıp, mevazları da ikmal ola ola biriken sergüzeştini faaliyet alanlarından teşhisine erilerek öğrenilebilir bir tekliftir demokrasi. Şehitlik ise ne olup olmadığı ancak nastan öğrenilen bir makamdır. Öyle ki Allah’ın ve Rasulullah’ın yolunda cihad teklifine itaatle girilen mükellefiyetin neticesi ölündüyse ihsan edilen bir makamdır. Demokrasi insan icadı, şehadet Allah’ın ihsanı. Ve demokrasi külliyatı içinde ölümle kazanılan bir ihsan tasavvuruna yer yoktur.

Şimdi, birbirine zinhar uymaz yakışmaz iki mefhumun tevili kat’iyetle muhal oldukları halde biri birini tamlayan şekilde mezci teşvikle, iştiyakla, iftiharla nasıl oluyor da takdim ve temyiz edilebiliyor? İkrarların fikrilere galebe çalmasına dair ihtimaller icraa geçirilmeyince, devreye sokulmayınca mümkün değil bu. Çoğaltılan dillerde, uzatılan dillerde genişletilen, döndürülen ikrarlar kalplerin üzerine üzerine kemiyetle, kesafetle, kaffiyetle saldırı mühimmatı olarak sarfedildikçe işte o vakit, insan fikriyat alanından atılıp intibaat alanını kendi kendine hem takdim hem temyiz ve nihayet hem de tasdik ediveriyor: Sonuç olarak toplumsal cinnet.

Komünitivitenin iktidar mesleğine mensup insanlar tarafından ifsadının zirve becerilerinden biridir “cinneti getirme işi”. Kalp ile tasdik değerinde olmadığı fikriyat sahasına azıcık meyleden kişioğlu kişi tarafından o anda farkedilen ikrarlardan geçilen tasdikleri kalplerden korumak ihtimali, dilleri kalplere galebe çaldırmak ihtimali icraa geçirilemez mi peki? Evet, geçirilebilir. Komünitivitenin intibalar ve fikrediş arasında devinir bir şey olmadığı tefekkürü ilga edilmediyse mümkündür bu.

O tefekkür mülga mıdır değil midir onu her an teraküb ettiren şeyi fesada uğratmamak dikkatini körelten muzurlara ve zırvalara mahal ve mecra açmamak, meydan bırakmamak ehemmiyet arzediyor aradığımız cevapta. İletişimi bir eser imişçesine matbu, mukallep, nesne derekesine düşürmemelidir yani. Çünkü iletişim unsurü’l-hayat bir sehli, seyyal müessesedir. O donmuş, çakılmış yahut yeknesak tabiyattan değildir, mütemadiyen yaratılarak yaşar. İletişiminizin zaten belli bir gaye olmaksızın zabıtlara geçirilmesi, tescil edilmesi icapsızlıktır ki hergün her iletişim vasıtasından hep aynı ihbarlara maruz kalıyorsanız (esasen) unsurü’l-hayat olan iletişiminiz, canınıza kasd için yarayışlı bir kalıba dökülmüş, tahrir edilmiş bir esere dönüştürülmüş demektir.

İletişiminizin zabıtlara geçirilmesi ile “ancak zabıtla mümkün iletişim” arasında bocalamayın zinhar. İkisi arasındaki bambaşkalığın izahını yapamayan, intibaat ile fikriyat arasını kat’iyetle görebilemez. Ders kitapları, zanaatkarın alet edevatı üzerinden bir benzetme yapın mesela. Bunlar bir talebenin talip olduğu ilme ilişikliğine yahut bir çırağın azmettiği mesleğe ilişikliğine ve hatta alim ve ustanın intisap ettiği hallettiği ilme, zanaata müdavemesine tavassut ederler. Onların inzibatiyesi, ilimlerinin de zanaatlerinin de sıhhatini intaç eder hatta. Fakat bir ders yahut bir talim esnasında muallimin talebesiyle, ustanın çırağıyla sohbetinin veya muhaverelerinin kayda alınmasının hiçbir icapta yeri yoktur. Dersin kitaplarının veya atölyenin teçhizatının, orada meşgul olan zevatın aralarında ve o meşguliyetle mahsulleri, mahalli arasında cereyan eden ilişkinin, iletişimin intikaline münhasır yarayışlığını alıp o vasıtaları gerek iş iletişiminin gerek iş içindeki insanların iletişiminin kayıt medyası haline dönüştürmek tefekküreyi intibaata mağlup etmek demektir. İletişimi araçlaştırmak demektir. İşbu sebeple dijital komünitivite araçları içindeki iletişimin fertleri birbirleriyle her an nizaya, mugalataya, cedelleşmeye yahut bozacı-şıracı ikramı durumuna düşüdüşüvermektedirler. Çünkü kaydedilen görüşmeler, izleyenlerin intibalarına kaydolunsun için sürdürülen teşehhüdeye dönüşmekten korunaklı kılınamazlar. [Demokratlık itibar gayesiyle işletilen ilişkilinin hüviyeti, şehitlik itaatinden razılık üzere iş işleyen kişilik rütbesi.]

Bilinmesini İstediğinizi Mi, Ne Bildiğinizi Mi Söylüyorsunuz?

Bilmek iradeniz ve yapmak ehliyetiniz eğer nefsinizden başka bir elin tasarrufunda ise ve mutasarrıf “hem ahiret mutlak bilgisi dahilinde bulunan hem akıbeti mutlak halkeden” ise, o nefis, herhangi bir insan olmamalıdır muhakkak. Çünkü o nefis “zatı bilinsin diye” etrafını biçimlendirmekten kendini de sizi de alıkoyamaz. Zira “yapabiliyor madem, o, o olacaktır sizin fevkinize” illa. O makamı “insan”a terkedenlerden mürekkep bir cemiyet büyüğünden küçüğüne, derininden sığına “bilinmeyi isteyenlerin çeşit çeşit” sahalara taksim edildiği, tahsis edildiği bir cemiyet olur.

İrili ufaklı “bilinmesini istediği şeyleri ikrar eden” o insanların başına kah gerçek kah hükmi şahsiyetler konukonuverecektir. Ve muhakkak türlü türlü muhavere medarları (sistemler, mecralar) peyda edilecektir. Nihayetinde de “bilinmeyi isteyenlerin ikrarları” arasından “ancak bildiğini söyleyen” yani “kalp ile tasdiğe layık bir bildiğini ikrar eden dil sahiplerinin” sesi soluğu tefrik edilemez haller galebe çalacaktır. Çünkü “bilinmeyi isteyenler güruhu” ve “bilinmesi istenenler yaygarası”, bir rekabet ve çekişme husule getireceği için “bildiğini bildiğini bilenlerin söylediğini” eşyanın tabiatı icabı kıstıracak, susturacaktır.

İnternet şebekesi şebekeye düğümlü her noktadan yahut şebekeye açılan her kapıdan “bildirilenin”, şebekeyi zaten teşkil eden her menzile, kapıya, düğüme aynı anda kesintisiz ve mutlaka vasıl olması imkanının bir mümkünüdür. Eğer interneti bilişen ve iletişen cemiyetin müşterek serveti sayabileceksek demek ki bu, onun, “şeyi anlama güçlüğünü aştıkça öğrenilenlere” medar olması tahtında bir itibar alanında tutulmasını gerektirir. Yoksa zaten, “herkesin, kim ise işte o kişiye işittirmeye amade kılınmasının herhangi sosyal sermaye değeri olduğundan” falan bahis açılamaz, o hal olsa olsa bütün cemiyeti propaganda müstahzarı kılmak demektir.

Hayatiyetimizden olan bir melekemizdir dedik iletişmemize, demek ki “bizliğimize keyfince müdahale edenin eline terkedersek o melekemizi, kıymet verdiğimiz her şeyi o melekemize ikmal ve ikbal getirdiği paravanı arkasından istismar edildiğimizden haberdar olmalıyız”. Cemiyetimizi onun iletişmesi ile tetabuk ettiren bir nettaşlık ve webdaşlık usulü kaim kılınmamışsa eğer, şuur kesinlikle işgal altındadır, helalimize haram katmak gibileyin gıdamıza zehir kattığımızı da nefesimizle nefsimizi zehirlediğimizi de bilmiyoruz demektir ve’s-selam.

İLETİŞİM, NE İHRAÇ NE İTHAL NE İHMAL EDİLİR BİR ŞEYDİR… ONA DUHUL EDİLİR ANCAK.

http://theinstitute.ieee.org/image/ODc1MDE.jpeg
http://theinstitute.ieee.org/image/ODc1MDE.jpeg

İletişim can ile bütün bir melekedir. Alınır-satılır, devralınır-devredilir bir marifet değildir. İletişim bir hayatiyettir. Bu hayatiyet o melekesi işleyen bir toplumda şahit olunan bir hayatiyettir. İsmet Özel, “hayatiyet ithal edebileceğimiz bir unsur değildir” diyor. Bir hayatiyet olarak iletişim, canda mündemiç bir hamule olmadığı gibi, ona ancak duhul edilir.

Çünkü iletişmeyende can olmayacağı fehvasınca o melekesi işlemeyenlerden husule gelen toplum ölü gibilerin toplumudur. İletişimsiz bir hayata ziyandan başka bir hüküm veremeyiz, zira insan insana, can cana (iletişim melekesiyle sadece ve öylece iltica eder ki o da) topluma kifayet eder.

Sözüyle, fiiliyle, mahalliyle büsbütün iletişim, tutarlığın harice atılamayacağı iletişimdir. Tutarsız şeyde iletişilen bir şey yoktur. Türkiye’nin iletişimi, en önce Türkiye’nin iletişimi… belki sadece Türkiye’nin iletişimi bizi alakadar eder. Türkiye’nin iletişimi deyince, mesela, Avrupa’nın yahut Amerika’nın, Çin’in, ilahiri sairin iletişimi ile aramızda “hayatiyetlerinin farkı kadar büyük” farklar olduğunu teslim etmemiz akla gelmelidir. Yani Türkiye’den gayrı yerlerde olan bitenlerle Türkiye’de olan bitenleri mukayese edemezsiniz. Ne ki biz onlarla bir bütün toplum oluşturmuyoruz, demek ki iletişim olarak hayatiyetimiz muhakkak tutarsızlıklar arzedecektir. Bu vaziyetin en birincilerden tebarüz ettiği mesele iletişimin bizde bir alış-veriş metaı olmadığına dair mukayese edilemezlik halidir. Bizden başkasında varid iletişim ile bizdeki iletişim mukayese edildiğinde tutarsızlığı keşfedersiniz esasen. Mukayeseye kalkışanın zihninde tulu eden birçok uymaz yakışmazlık esasen, “iletişim araçlarının uzvu haline gelen ile gelmeyen insanın ve toplumun” birbirine karşı tutarsızlığından husule gelen uyuşmazlıktır. Bu fark Türkiye’nin hayatiyetine münhasır mühim ve kıymetli bir farktır ki, onu korumak, yeni iletişim alet-edevatı envanterinden mütevellit bir adabı icadetmemizi ilzam eder.

Webdaşlık, nettaşlık muhavereleri ve muarezeleri arttıkça, yayıldıkça bilişim, bilgileşim, iletişim.. enformasyon usulü, erkanı, adabı sosyal öğrenilmişler envanterine daha büyük bir esiriyetle katılmış olacaktır daha daha. Mimari, siyaset, sinema, turizm konularında olduğundan daha şiddetle hem de. Kamu hizmetlerindeki otomatizasyon keza…

Kamu hizmetlerinden mesela su şebekesi yahut iletişim altyapısı ve işletim mevzuatı herkesin bildiği bir mevzu değil tabi ve yine o altyapıların kurulması ve işleyişi ile ilgili farzlar da herkesin bilmesi gerekmeyen şeyler ise de o hizmetlerin ya da müstahzarlarının mahallerinin, demirbaş ve tesislerinin arzı ve kullanımı bir adab-ı muaşeret biriktiriyor, değil mi! Aynıyla dijital kıyafetle müessiriyeti ve teessüriyesi artan bilişim, bilgileşim, iletişim, bildirişim mecralarına insanların kitle kitle akması enformasyon adabı, usulü, erkanı daha daha çok bilinen, takip edilen, tenkil ettirilen bir entelektüel, davranışsal sosyal birikime katılacaktır, katılmaktadır. Bu meyanda, insanın o sistemlerin, otomatların birer uzvu, unsuru kılınması tesirinden Türkiye’yi korumak hayatiyeti korumaktır, intihar ve fesattan korunmaktır. Bu korunmanın yolu ise iletişimi bir alım-satım metaı olmaktan sakındıran yoldur.

Informans’lardan Mürettep Komünitivite

Tekerleğin icadını hatırlayabilen ve hatırlatabilen yok. İcadını hatırlayabilemediğimiz tekerlek emsal nice şey vardır kim bilir diyeceksiniz belki. Fakat tashih edelim: icadını tarih, sebep, biçim, sergüzeşt, benzerler, denkler, icab-ı imaller itibarlarıyla hatırlatabilemeyeceğimiz kadar “başlangıcımıza ait” yani dünya hayatımızın başlarına gidebilmek imkanlarımızdan mahrum olduğumuz için “hatırlayabilemediğimiz” bir şeydir tekerlek. O yüzden, icadını hatırlayabilemediğimiz tekerleğe emsal pek de çok şey yok. Ama handiyse tekerleğin başlangıcını unutmuşluğumuza emsal nice şey var ki bugün hayatımızda, onlar ancak “başlangıç tarihlerini, sebeplerini, biçimlerini, sergüzeştlerini, benzerlerini, denklerini, icab-ı imallerini” nasıl olur da unuturuz diye hayretimizi celbetmemesi hayretamiz şeylerdir. Yani “tel” bu türden hayretkıran hallerimizi muhtevi bir kitaptır bugün esasen.

Nisyanımıza dair hayretkıran hallerimize tetabuk edenler sırasında “niçin icadedildi” suali cevapsız kalmış şeylerden olarak neyi akla getirseniz getiriniz, o, sırf malumatçılık özenmesi yüzünden aklınıza gelmiş olmayacaktır. Zaten bu sayede bu yazıları yazan biri var. Asalak ve avanak olmama imkanını haiz yegane varlık dünya üzerinde bi’tek insandır ki siz ancak insan olduğunuz için “şu şey de niçin icadedilmiş ki!” hayretiyle kendinize öğretmek isteği duyacaksınız. “Şu şey niçin icadedilmiş acaba” diye soruşturmaya giriştiğiniz ne varsa ferdiyetler alemi içinde, nadiratlar alemi içinde kalabilecekken israf sınırlarına kadar hatta o sınırları da mütecaviz olarak imal edilmekte oluşu yüzünden hayrete düşürmüştür sizi. Daha daha kudretten neşet, hüda nabit… tabiaten vardı zaten zannedeceğiniz kadar sari, şamil, sebil, meçhul şeyler halinde hayatınıza girmiş mamuller gün gelir hayretinizi celbeder. Bi’de nasılsa, öyle hayretefza haller içinde yaşayıp gittiğinizi sanarsınız ki, hayret kelimesinin bile kifayet etmeyeceği hallerdir onlar: tabiatten başka kudretten başka hiçbir ibda, inşa, halk, hudus, husul, kevn, fevç, ferç, inşirah yolu olmayası şeylerin suni yollarla mütemadiyen yığınlarca taklidinin meydana çıkarıldığını, yapılageldiğini, çoğaltıldığını görmeye/kabul etmeye başlarsınız.

Makinayla imal, ameliyeyi iptal. Ne kadar yaygın, o kadar saygın. Ha tekno-krasi ha enformo-krasi. Metropol artık bir coğrafyaya mecbur değil, o, her çeşit monopol’dür nice zaman oldu; periferi ise coğrafyayla değil enformaton beşerde somutlaşıyor artık. Beşer hayatını önemsedikleri yolunda siyaset, bilim, sanayi, finans merkezlerinden yayılan enformasyon esasen endüstrinin “ne kadar rasyonel ve futurecare’e muvafık acaba” diye hiçbir sorgulanmasına meydan bırakmıyorsa eğer, demek ki “endüstrinin sınanmaya ve mısmıllık ispatına hem tahammülü hem ayıracak zamanı yoktur ve bu tutumun kâr merkezleri de elbet enformatik cihazlanma alanına insanı bir enformaton olarak eklemleyecektir”. Yani ha humans ha informans farketmez!..

Human elbet bilişecek ve iletişecek. Tabiaten, fıtraten tartışılmazlık derecesinde bir hükümdür bu. Burhandır. Ama bu hasbi ve hanif itiyat iğfal edilmiş durumdadır. Dahası insanın iğfaline vasıta edilmekte ve ferdin rızasını da tahsil ederek insanı iğfal etmece cihazlarından biri kılınmaktadır. Bilişme ve iletişme öyle bir hal ile değiştirilmiştir ki şimdiki günde, “söz” bile insanlığı yok etmek için onun canına kıyıcı alet-edevat cümlesinden biri haline düşürülmüştür enformatiklerin yeni mesahaı dahilinde. Rızaya şayan iletişim imkanı, ıttıla yetisi, işitme nimeti, söyleme kudreti “küll halinde” aşırı olarak ufuklararası kılındığında yani “şimdi, burada, daima ve hep” zarfı mazruf inhirafına kalbedilerek sabit ve mihaniki teşmillerle kullanılmaya başlandığında gözden kayboluyor. Ki bu halde bi’l-kuvvelik “yaygın”a tahmil olduğu için [ancak o sayede] saygın belleniyor. Ve bu yüzden “modernetik” ahvaller zuhur etmekle beraber “tercih değeri taşıyan iletişim ve bilişim” bile sabiyeleri aksine [Mumford’un cümlesiyle söyleyelim:] “kitle talebi adına savunulan ama kişiyi aletlikle sınırlayan bir sistem haline geliyor”. Soluyanları sayesinde işleyen bir solunum sistemi içinde insanı soluyan organ derekesine düşürüyor. Human, sanki enforman artık bundan böyle. Ve bu sistem bütün muaşeret titizliklerinden mülhem meşru yasaklamalardan hem asan hem yoksun ve de la-yus’el handiyse. Keza, bütün müsamahakarlığa müstahak!.. Geographia değerinde bir mahalde yaşıyor artık insan: informographia.

Tel Tel Dökülen Komünitivite

İletişim cihazlarının icadını handiyse bir seferberlik ruhuyla üflenmişçesine çoğaltan, o icatçılığa insanların katılmasını hızlandıran, mucitliğe girişenlerin sayısını artıran ne idi neler idi acaba? Daha önce bu furyanın başlamasını engelleyen, hadi bu furyanın lehinde olalım da diyelim “geciktiren” neler idi?

Bu iki soruya vereceğimiz, iki farklı cevap bile olsa, o ikisi dahi “iletişim cihazlarının kişisel hizmete ve hane hizmetine tam yayılmış olarak şebeke halinde yerleşmesinin” açıklaması kuvvetinde birer cevap olmalıdırlar. Aksi halde insana ve gerçeğe lakaydilerin tatmininden başka bir işe yaramayız. Bu yaramaz herifliklerine rağmen karnını doyuran, mal mülk edinen, türlü türlü şöhret giyinen yok değil elbet.

“İletişim cihazlarının kişisel zaruri eşya seviyesinde genel arz-talep gramatiğine girecek yoğunlukta yerleşmesinin” hatta o gramatiğin meksefesi yerine geçebilmesinin açıklaması, yukarıdaki iki sorunun cevabında mündemiç midir? İyi bilmeli ki, iletişim cihazlarının imalinde tam verimle devreye giren malzemelerin hiçbiri hem de hiç biri iletişim cihazı imalat reçetelerinin emri doğrultusunda imaline girişilmiş malzemeler değil idiler. Mesela “tel”, mesela manyetizma müstahzarları. Birbirlerine bağlantısı tesis edilecek nice hane yahut tezgah var, ve bunların arasına hat çekilmesi işi için yılda bilmem şu kadar kilometre tele ihtiyaç duyulacak diye imalat emirleri verilmiş değildi başlangıçta. İletişimin menzilden menzile isale verimini başarmak adına manyetizma düzeneklerine tam karşılık gelecek tedarik hacmi yaratmaya da azmedilmiş değildi başlangıçta. O lüzuma yönelik açılacak tahsislerle genişletilebilinecek zaten hazır ve amade kurulu işleyen imalat meşgalesi var idi.

Arazi sınırlarına çit çekmek için, su pınarlarına kurulu pompaları çalıştıran elektriği uzatmak için tel zaten ciddi miktarlarda imal edilmekteydi. Telin arkasında müthiş bir mukadderat(!) vardı. Kıtlık karşısında hazır olmak bahanesi ve vaadiyle tarım ve hayvancılık arazileri üzerindeki “uçsuz bucaksız tekellere” tabi üretilmekteydi tel zaten. Bu tekellerdir üstelik, elektrik santrallerinin ilk ortakları. Ve bunlar motor, kablo enerji, arazi kadastralleri dörtlüsüyle kurdukları türlü türlü sihri, esiri şebekelerini birçok alanda uygulamaya geçirdikleri kararlarla önce ülkelerine sonra kıta ve kıtalararasına genişletiyorlardı. Tel bu zümrelerin “mihrak putları”ndan biri idi. Müstevlinin –el-hakimü’t-tekasür’ün– işine şimdiye kadar görülmedik yararlıklar sunan yeni “işgal tahkimatı” hiç durmadan üretiliyordu ki, ilk somurgaç tatbikatı olarak telgraf hatlarıyla zuhur etmiştir. Peşinden de telefon hatlarıyla. Daha 1900’lerin başında Atlas Okyanusu’nu tabanından aşan hatlar döşenmişti bile. Abartılı gelmesin “tel” handiyse put mevkiinde idi, zira iletişim hatları bindirilen “tel”, onu döşeten şirketlerin “özel mülk”ü olduğu halde “milli servet ve kamu malı” kuvvetinde telakkilerle emniyet giyindirilmişti. Demiryolları gibi mesela. [Sırası değil ama zihninizde uyanmıştır; peki Türkiye’de de böyle mi oldu diye… evet aynen böyle oldu, fakat sehvi tadil edildi aynı zamanda: TBMM onları millileştirdi. Meclisi şimdi dolduran ükela ile Meclisi ilk kuran vükela arasındaki farkı siz anlayın artık inşallah.]

“Kıtlık Ekonomisi” raconlarının “Bolluk Ekonomisi” raconlarına bir tehevvürle yahut bir tahavvülle nasılsa tebdil olunduğuna dair hangi vesile ve esbabı akla getirseniz getiriniz o vesile ve esbabın yapışığı eşyasından biri ama yine de mevkii cılız olan “tel”, mevkii genişleyerek ve yükselerek zikrinize girecek mühimlerdendir. Basit müştemilattan levazımata, oradan da mühimmata inkılap etmiştir. Müstahsilin firelerini ve israfını güya önleyici külli tedebbür icaplarının –arazi terakümü ve temerküzünün– yardımcı malzemesi olarak imalatı organize edilmekteyken, “tel”in; arzdan daha çok talebin tahrikine muhtaçlığı yolunda sanayinin kapasitesini artırmasına, yönetimindeki boşlukların kapatılmasına, tüketici(!)nin çoğaltılmasına, tüket(!)iminin sıklaştırılmasına azmedişin “zaruri yarı mamulü” olarak imalatı müstakil bir alana inkılap ettiği gözardı edilemez. Esasen ne halkın kıtlık karşısında mekinliğini ne de halkın refahının ziyadeleşmesini dert etmiş bir zümre elinde bu kararlar alınmış ve yapılmıştır. Millet adına hüküm verdiği saklanmayan ama iktisat kelimesi manasının ve mefhumlarının tahrifatı ilmi yalanlarla unutturulan/yutturulan tekasürcüler tarafından yapılmıştır.

İşte bu yüzden hiçbir zaman naif, hasbi, hanif insanın musahabe, mükaleme, mukabele, kıraat insiyakları ve ihtiyaçları üzerinden getirilecek izahatla takdim edilen enformasyon ve komünikasyon cihazlarının tedarik ve istimal sergüzeştleri işbu günlerin takaddümünü teşrih etmeyecektir, etmez. Lakin enformasyonun ve komünikasyonun, bidayetteki haline taahhürünü “insaniler” teşri edebilecektir, eder… bütün Türkiye aksini dayatırcasına sırası sırasına kah ihtilalcileri kah icraileri kah ilmileri hükümete ve en başa da bir ekber-i serdai kondursa bile “o şeriati insaniler getirecektir”.

Cemiyeti Kuranın Ne Olduğuna Dair

Peşinen söyleyelim. Cemiyeti söz kurar. Söz sayesinde yaşayan, yaşadığı için söz eden, yaşamak için söz eden, söz etmek için yaşayan… hangisini merkeze alsanız diğerlerini kendinde telif eden bu dört mülahazanın içtima edicilik kuvveti, cemiyet ile söz arasındaki mütevellev alakalarından neşet eder.

Kal veya laf demiyoruz. Söz diyoruz, dikkat. Hep konuşuyor ama ne söylüyor! Gulgule değil laf ebesi değil kıraat eden. Bi’şey diyen, bi’şey okuyan. Düğün okur gibi okuyan. İşte o cemiyet ki kafalarında ağız taşıyanlar arasından bir tür varlık olarak doğmuyor, sırf konuşabildiği için konuşanlarla oluşmuyor. İşitmeye değer sözü olanların söyledikleriyle ve onlar söylediği için cemiyet halkoluyor, inşa oluyor, bina ediliyor, yaratılıyor, diriliyor, ibda buluyor, husule geliyor, huduslar ediniyor. İtaat edilesi işitmelere ikmalini hazır ve daim kılmış insanlar birbirlerini söylüyor, birbirlerine söylüyor, beraber söylüyor ve böylece cemiyeti mütemadiyen kuruyorlar.

Kişioğlunun sözünün vasıtalarından… söylemesine, demesine müteallik olarak ağız, dil, nefes ve işitmesine müteallik olarak da kulak vasıtalarından ulaşan meram ve beyan o söyleşmenin o değinmenin akranlarına hem ram hem ayan oluyor olmasına da bu netice bir imkan bir mümkün kompleksi mekanda oluyor. O mekan işte, cemiyettir.

Cemiyetin içtimaının nice halleri oluyor. Olur, çünkü o bir varlıktır. Cemiyet, sonuçları içtima olan vakıaların hem amili hem failidir ve vekaileri de tek mahalde işlemekle sınırlı değil üstelik cemiyetin. En başat vukuatı ise söylenen sözüdür. İçtimaın tezahürünü insana arattıran, yoklattıran, teşhis için yönlendiren de o vukuat olan sözün tesiri. Sözün tesirine ve akislerine şahit olduğumuz, bize taayyün ettiren, tesbit ettiren her ne vesile var ise, onlar da, o cemiyete ait sözün yine sözle, söylemeyle intikalinin başarıldığının delilidirler.

Cemiyet ile söz arasındaki mütevellev alakayı murdar yahut mısmıl gayelerine istimal etmek isteyen “fertler”in, insani uzuvlardan olan ağız ve kulak uzviyetine ilave birtakım alet-edevat tamilini başarmaya azmedegeldiğine şahit oluşumuzun arka planı yurakıda arzettiğimiz üzeredir ve’s-selam. Gele gele öyle safhalara gelir ki bu azmin hasılatı, söyleşme mahallerinden olan nice nedveler, nadiyeler ve münadiler naif, latif cihazlanma keyfiyetlerinden çıkaraktan madde, eşya, meta kıyafetleriyle imal edilenlerine varılır. Hatta mekanikleriyle bütün taşınan, sökülüp takılan, kurulan, başka cihazlara eklenen bağlanan mekanizmalara varılır. En özet tarifle, bu fertlerin hedefi “ileriye ve daha daha ileriye iletmeye niyetlendikleri meramlarının hem cezbe tesirini hem iletim kuvvetini, sözü olduğu gibi hâlâ söz olarak işittiren ve sözün her ne şekilde olursa olsun bindirilebildiği mekanikleri yapmaktır”.

Seyyar ve seyyal şebekeler tesisatlar halinde yerleşen, çoğalan, müessirleşen yeni ağız, dil, nefes ve kulak ile uzuvlandırılmıştır menzil menzil cemiyet bu yolda mütemadiyen. Yeni bir sorumluluk yeni bir rabıta yeni bir ünsiye yeni bir tedahüle yeni bir nasibe yeni bir matlube yeni bir tarziye yeni bir meşvere yeni bir iştirakiye mutlaka nihayetsiz gibi hissettirecek –neredeyse meksefe ruhuyla– cemiyet hep hayata gelir an ve an artık böylece.

Tabii uzuvlarımızın uzantıları mesabesinde icadettiğimiz ve umumiyetle sosyal varlığa teslim ettiğimiz yahut her bir tekimizde tedarik edilebilecek ferdi mülk emval olacak kadar çoklukta yenisi yenisine peşisıra üretildiği sayede sosyal envantere demirbaş kılınmış “söz, söyleme, söyleşme, iletişme” vesaitiyle katılınan yeni içtima olarak internet artık öyle kompleks mebahis uzamı haline getirilmiştir ki, cemiyeti kuranın söz olduğu hakikati taliye, teferruata, cüziye düşmüş durumdadır handiyse. Sanki gölgede kalmış, geri plana düşmüş zahiri muvacehesinde birçok saçmalık zuhur edegelmektedir. Naif ve latif komünitivite bu yolda fevka’l-ade fesada uğramaktadır hatta.

Öyle ki internet üzerinde cari mebahis tezgahlarından olan “sosyal web” ekranlarında webdaşların muhavereleri sırasında en çok, en sık anılan bir isim olmak peşine düşenler peydahlanıyor şimdilerde: “beni sosyal medyada takip edin” diyorlar durmaksızın. Hiç akletmiyorlar ki, seni, zaten “içinde bulunduğun bir pazarın, piyasan, çarşın olduğu için” deneyimleyen kişileri, sen takip etmelisin. Onu takip etmeni kolaylaştırmak için mi zorluyorsun, sosyal medya içinde yeni bir piyasa sahibi olmak yerine o piyasada bir “nesne” olmak için mi zorluyorsun (ki bu hiç akla uymaz) yoksa sen zaten sosyal medyada alınır-satılır-kullanılır bir emtia bir hizmet misin? Saçmanın bile bir akledilir tarafı vardır, en azından imal edilebilirdir öylesi bir akıl; ama kendi gündemmedya’nızı ancak mevcut gündem içinden sadece tayin edebileceğiniz halde ve fakat orada “yeni bir siz” yaratamayacağınızı bilmemeniz gaflettir, delalettir, zillettir, hezliyattır, rezilliktir, mide bulandırıcıdır. Çünkü aynanın içine giremezsiniz. Aynaya sadece suretiniz girer, yanınızda yörenizde bulunanların suretleriyle ne manzara teşkil ettiğinizi bilmek ile o aynayla çiftleşip yeni bir siz doğuracağınız zannına kapılmak farklı şeylerdir. Bu ikincisi batıldır, butlandır. Bu hezliyatın kaynağı, esasen iş-güç sahibi, yetişkin yaşlarındaki insanlar değilmiş gibi gençlerdir diye yapılan asılsız ithamların ise “onların internet çağına doğmuş nesil” olduklarına dayandırılması hepten fecaattir ki, bu hal, “sözün cemiyet kuruculuğunu yitirmesinden” daha da duna itilmesi demek olur.

Dur Hele Bi’ İşinle Konuş, İşini Konuştur

Ne yapıyorsun? Niçin yapıyorsun? Nasıl yapıyorsun? Bağlantın ne? Dur. Bu sorula cevap vermeye geçme ama hemen. İşinle konuştun mu! En son ne zaman konuştun! O işin gereği ne? Gerçek bir iş mi o, gerçekten bir iş midir yaptığın? Geçerli bir iş olduğu nelere dayanıyor o işin? Gerekten gerçeğe ve ayrıca gerekten geçerliğe inkitali açıklayan cevaplarını sınayabilir misin, yani gerekgerçekgeçerli ilhadın tutarlıysa bile o tutarlığı; gerçeklerinin içindeki gerekleri ve ayrıca geçerlerinin içindeki gerekleri teşhis edip de o teşhislerini, ilk gerekler manzumene ekleyerek tesbit edebiliyor musun?

Ee, daha daha ne haberler veriyor işinle konuşman? Yani demem o ki, bu noktaya kadar sen konuştun. İşi konuştur bakalım şimdi. Bu işi yapmalıyım dedin. Şöyle şöyle bir iş yapmalıyım dedin. Yaptığım iş şöyledir böyledir dedin. Dedin dedin ama, işinle konuşman işinle konuşukluğa geçmek ihtiyacını aşikar ettiriyor mu? O iş, yerindelik şartlarım şunlardır ve de şunlardır diyordu zaten hep. Hiç işitiyor muymuşsun ayan oldu mu? O iş, yeterlik – yetmezlik terazim şunlardır ve de şunlardır göstermeye başladı mı, hiç görüyor muymuşsun tebarüz etti mi?

Tam da bu noktada bir altyapıdan bahsedebilinemez şekilde; iş yerine telaşelerle meşgul olduğumuz gerçeği önümüze çıkıyor. O altyapı nedir? Müteşebbisin, politikacının, bürokratın, iştigal erbabının “kıymet yaratmakta ve yaşatmakta başta gelen” nedir sorusuna mukabil bir şey ifade edecek olan iradeye yön verici bilginin hem sıhhatini ve kullanılabilirliğini hem o dört sıfatı taşıyan zevatın kurumlarının ortak dili konuşabilirliklerini sağlayan bir altyapıdan bahsedebiliriz ancak: Kişi terbiyesinden tutun da sosyal tesisata, tertibata ve teçhizata varana kadar genişleyen bir altyapıdan…

Kararların konusu, kişiyi, o karara dair işinin bütününe nüfuz ettiren 3G 2Y soruşturmasından, konuşukluğundan doğan cevaplara dokundurmaktadır, dokundurmalıdır. Kararın ve hükmün tayininde yani işin başında, seririnde, seyrinde ve sonunda olmak üzere dört safhada “hangi ölçüye göre” muayenesine kriter sunan bir “usül cihazlanmasını” yadsımaması, küçümsememesi lazım en evvel şiddette Türkiye’nin.

Böyle gelmiş öyle gider, e bi’ şekilde yürür, benimle gelir benimle gider kanıksaması işledi şimdiye kadar ama hiçbir iş yürümedi, çünkü nice zaman iş işlenmedi Türkiye’de. Türkiye’de işleyen şey nice zaman bir iş değildi. Rejim ve ritim ne olursa olsun işini yaparken daima;

o esnada lazım olan bilgi

ve o bilgiden dolayı hesaba katılması doğan bilgi

ve işin doğurduğu bilgi

ve başka işlerden doğan bilgiyle bağlantı bilgisi

olmak üzere bütün zihin ve amel rejiminde-ritminde içkin aynı/kadim teemmül ve aynı/kadim zarf vardır sorumlusunun önünde. Ki, bilgiyi işleyen ve işi bilgiyle işleyen sistemler işbu haileyi ve gaileyi haiz olmalıdır. Aksi halde extreme ya da limited meşguliyette ısrarcılık sürer ama işler durur, ölür.

Bu sözler, ne iş yapılacağı ve ne kadar kıymet yaratılacağına odaklı takip ediliyor/edilecektir ister istemez. Ama sırf kazanımların ve iştigalin değil, kaybın ölçümü de ko­nuya dahildir. Yani amaçların, olayların, sonuçların, nesnelerin tasrihi, bu bakımdan da, önyargılı bakışa bile “nesnelliği” kullandıracak denli velüttür. Tasrih bu gücünü de “tashih edici”yi bul­durma kabiliyetinden almaktadır. Aksi halde icracı “ben yap­tım oldu” deyici olup çıkabiliyorsa, “ne kaybım olacaktı ki canım” diyebilmek şansına dayandığı içindir o. İzahı… alternatif planların birbirlerine izahtan kaçmalarına gerek bırakmayacak kadar izahı hazırlayıcı gücü ile sarih bilgileşme; he­deflerin, mesela iktisadi ve sosyal nitelik farklarından dolayı hedeflerin farklılığını, teğetlerini, kesişmelerini, uyuşmazlığını netleştirir. Bu bakış açısına muttali olana ancak “külfet” de “feda” da ayan olur, tebellür eder.

Not (29 Mart 2016): Bu makale aşağıda özetlenen telefon görüşmesi mucibince kaleme alınmıştır, ihbar olunur.

Bilişsel Referans Rafinerisi kurabilirsiniz, kurmalıdır gündemli mektubuma Milli Eğitim Bakanlığı Bakan Yardımcısı Orhan Erdem’i temsilen bir özel kalem memuru telefonla cevap veriyor: “Mektubunuzu Orhan Bey de ben de inceledik. Şimdi öyle bir çalışmamız yok, olursa… önümüzdeki hafta mı ay mı yıl mı artık bilemiyorum tabi, işte o zaman sizi arayacağız, davet edeceğiz. Evrak defterine işledik mektubunuzu. Teşekkür ederiz.”!.. Fatih Projesi ile alakasını da belirttiğim o gündemi MEB çalışmıyorlarmış…

Anlamdan Algoritmik Anlatıma: Enformasyona Musallat Çarpık-Sapık Konnektivite

Michel Foucault, benzerlik üzerine tetkikinde convenue (convenientia) – münasip/muvafık faslı açıyor. Gereksiz görmüyorum. Hatta malumunuz kendi tetkikimde… “konnektivite” tezkiremde istifadeli bile buluyorum. Yersiz bir dikkat illiyeti değil zaten “benzerlik”. Bir konnektit yani müretteba olarak benzerlik, kahir ekseriyette münasebet ile muvafakat ile alakalıdır. Birbirine yakın oluşlarından ötürü, kurbları muhakkak oluşlarından ötürü birbirlerine yakışanların münasebetinden, muvafakatından münakaleyle husule gelir zaten konnektivite. Ama Foucault meselenin bi’yerinde kopuyor tetkikinden. Farklı, aynı, benzer üçlemesini bir dilin derununda bir müphemiyette bağlantılandırmaya zorluyor.

Enformasyon, şeyin çekirdeği… o şey dil olsun mesela, işte onun etrafında oluşan zarf zarf içinde bünyenin azaları arasındaki verili-anlamlı istifsal-istihsar ile ne tam izah edilebilir ne de tam ibraz. Muhtaç olduğumuz, o tebarüz edici izah hasri hasri ve fasli fasli değil, hasrın da faslın da tayin edici ıttılaya mutabakatıyla meydan edecektir. O ıttıla ise farklar, aynılıklar, benzerlikler, yakınlıklar diye “takdir edebilişimiz olarak işler, yürür”. O derunda, esasen “biz” ve “ben” vardır; farklar, aynılıklar, benzerlikler, yakınlıklar değil.

Çünkü kendinde müncer ve derç olan alaka ve ihtiva bütünlüğüyle her bir biliş; bir gömlek bir zarf bir buut halinde şeyin etrafına sarılı sarılıverirken sargı emsal hangi bilişin hangisiyle hemen üstte – hemen altta yere takdir edilemiyor sadece. Falanca gömlek feşmekancadan üç sonraki beş sonraki bir zarf olarak yer alışından elbette müteessirdir. Ve tabi başka bir yerdeki zarfa da müessirdir. Veritabanı sistemlerinin kifayetsizliği ve körelticiliği bir verinin, hemen bir üstü ve altındakiyle ancak konnekt kalakalması sonucunu; o sistemin arkaplanı olan ve kendinden öncekiler gibi Foucault’nun da ille hepsini saymaya gayretkeşliğine hamletmelidir. Veriküresi tasavvur edemiyor zavallılar. İşbu mahut mevkilenişten tulu eden bir ihaledir ve bu ihaleden içe doğru meksefe ile bir heykeldir, enformatiklerin, şu zor-zahmet teşhis edilen konnektivitesi zaten. Enformatikler ile enformatitler arasındaki konnektivite, esasen; intikalimizdir, dimağımızın dolukmasıdır, zihnimizin işlemesidir, hislerimizin uyanmasıdır… işte nice isimler verdiğimiz, tasvirler getirdiğimiz müretteba’dır.

Foucault sanki meseleye ayıkmış sanılıyorsa, o, sezinden bir adım ileriye taşımaya çalıştığı şu teşhislerinden dolayıdır. “Unsurlar sistemi” diye yenide bir isimlendirme yapıyor biliyorsunuz. Diyor ki; “ bir ‘unsurlar sistemi’ en basit düzenin ihdası için vazgeçilmez niteliktedir… unsurlar sistemi, yani üzerinde benzerliklerin ve farklılıkların göze görünür hale gelmedikleri segmanların, bu segmanları etkileyebilecek değişme tiplerinin, nihayet üzerinde farklılığın ve altında benzerliğin yer alacağı eşiğin”.

Eğer sakin ve agah ise işbu sırlı terettüp nereden belli olacak, değilse yani kuskun bir suskunluk gebeliği ise nereden belli olacak? Foucault devamla, “düzen” diyor; “kendini aynı anda hem onların iç yasası, onların bir bakıma birbirlerine en uygun şekilde denk düştükleri gizli şebeke olarak; hem de bir bakışın, bir dikkatin, bir dilin çerçevesi içinde varolabilen şeydir; ve düzen ancak bu çerçevelendirmenin beyaz kutuları içinde, zaten oradaymış ve telaffuz edilmeyi sessizce bekliyormuş gibi kendini derinden derinden dışa vurabilmektedir”.

Foucault “eşikler-benzerler” hükmedişinden, neticede, bizi eşitler-mahdutlar intikaline hapsedip bırakıyor fakat. Bu kabul edilemez oysa. Zaten kendinden evvelkiler de oraya tıkıştırmışlardı bizi. Döndürüp dolaştırıp yine aynı hücreye giriyor Foucault nihayet. Her lisanın atan nabzından istifadeyle sezilebilen içkinlik-esrar, Foucault’nun deyişlerini izleyedurunca yine ve yine “anlamın tevkifi” olarak görünüyor. Ama Foucault, hani, “anlamın tevfiki”ni arıyordu!

Bu ifsadın mücrimi Foucault değil gerçi. Suçlamıyorum onu. “İdola”ların iptaline koyulanlar, onların takipçileri şahsında gide gide yeni idolaların icadına ve fakat daima postulaların iletim kanalı durayazan yeni idolaların icadı noktasına geldilerse nasıl; Foucault da aynı yolculuğu… 300-400 yıllık yolculuğu, kendi ömrü müddetince yapmış, vah!

1629’da Descartes’ın “decimal numbering” meşgalesi olan, kelimeleri numara indislere tahvil etmek ile Enformasyon Teorisi müellifi C. E. Shannon’un 1940’lardaki “kelimelerdeki ayrıksılık” meşgalesi arasında yeni bir establish olarak anlamın modellenmesi sergüzeşti, enformasyona musallat çarpık-sapık bir konnektivite inşaı değilse eğer, gelegeldiğimiz şu bilişim teknolojileri özerkliği/dokunulmazlığı neyin nesidir!? 17.yy’da Leibniz’in “daha çabuk hesaplamanın yöntemlerini araması” çağdaşı Edmund Halley’in John Graunt’un sigortacılar için yarayışlı bir “tecimsel aklediş cihazlanması” arayışı seferberliği değil midir yani!? 18.yy’da Condorcet insan zekasının ilerlemesini soruştururken “insan aklının kaştardığı herbir suni şeye, gerçeği bilmeyi kolaylaştırıcı ve yanlışı da kesinlikle ihtimal dışı tutucu kesinlik ve açıklık kıymeti veren bir dil” araştırmayı hedef göstermiyor muydu!? 19.yy’da George Boole “algoritmik anlatım” uğraşısıyla hangi mirasa ekim yapıyordu sanki!? Uzam ille de öznellikten özdeşliğe çarpıtabilinmeli miydi yani!? Bir şeye, o şey olmaktan başka bir hudut ihdas etmenin ve o tahdidin her mahal ve zamanda mutlaklaştırılmasının alemi nedir yani!?

Yeni bir establish… “kurulum kurmanın temeli” hadiselerin yeknesak vekaini tahkimle tesbit eden işler ve vukuu sıklığını bir teçhizatlanma haline çeviren cihazlar sayesinde işgal edilmiş olmuyor mu, şu mahut sergüzeşt neticesinde? Eşlik eşitlikle, özdelik özdeşlikle “eşgüdülebiliniklik” zilletine düşürülebilinsin diye işletilmiyor mu şimdiki enformatikler? Hepimiz ve herşeyimiz hesaplanabilir nesneleriz nice zamandır. Yani sınırlarıyla mazbut kılınmış alanlardan bir tanesi de insan ve onun idrakidir, yazık.

 

Var Sanılan Konnektivite

Seçtiğiniz insanların sizi temsil mercilerine tayin edildiklerinden sonra onlar tarafından oluşturulan meclislerdeki, heyetlerdeki (hem takarrür hem tasarruf selahiyeti ile resmiyet dairesinde mücehhez) hükmi şahsiyetlere irtibatınız ve temasınız aynı şekilde, yani “resmiyet dairesinde” mümkün mü değil mi diye sorulsaydı ne derdiniz? Mümkündür, mümkün olmalı elbet mi dediniz! Hayır, maalesef öyle değil efendim. Hayal kırıklığına uğrayacaksınız.

“Gündemlerinizi gündem edeceğim, reyinizi bana verin ki teklif ve temennilerinizi resmiyet dairesinde istişare ve müzakere makamlarına taşıyayım, tescil ettireyim” vaadiyle reylerinizi kendilerine teksif ettirerek “resmiyet kuvveti devşirmekle” zevat-ı mebusan ve encümen ve vükela vasfıyla vasıflanan insanların meclislerinin başkanlık makamına hitaben hiçbir istida, name, arz-ı hal mektup edemezsiniz. Öyle bir “genel evrak kütüğü” yoktur Türkiye’de.

Üstelik Türkiye’de “halk – vatandaş” ayırımı yapılmasını, idare mercilerinde halkın görüşlerinin ve taleplerinin nice şu kadar sene yok sayılmasını, hiçbir münazaraya dahil edilmemesini, halka rağmen iş tutulmasını ve kararların tatbik edilmesini durdurmalıdır” ikazı, ihtarı yolunda siyaset yapanlar bile işbu abesliği cari tutmuşlardır. Kendi dilleriyle açtıkları ikaz ve ihtar icaplarına muvafık, mutabık mevzuat tadili yahut ilgası yolunda hiç gayretli olmadıkları gibi pişkin pişkin güya muhalefet ve muareze ettikleri zümrelerin faaliyetlerine münasip iş işleyegelmişlerdir.

Halkın “resmiyet kuvveti kazandırdığı bu meşum zevat”; görüşme önergeleri, araştırma önergeleri, komisyon teşkili tasarıları gibi şekil ve şartlarda işlettikleri hiçbir sohbet ve meclisin vaz’ zabıtlarında “gündem tekliflerinin” karinesi, vetiresi, vesikası içinde “falan falan vatandaşın şöyle şöyle namesi” vardır diyemeyecek durumdadırlar. Halkın işlerine dair zikrettikleri, telaffuz ettikleri meseleleri ya kendilerinden menkul yahut (yine halka rağmen kurulmuş) muhtelif resmi dairelerin müdirlerinden havaleli evraka istinat ettiregelmişlerdir. Yani iştigal ettikleri emanet ve temsil müessesesindeki mevki kuvvetlerine nisbetle o mezkür iştigallerinin kuvveti arasında hiçbir meşruiyet muvazenesi dahi yoktur.

Gavurcası konnektivite denen tertibat’ta, irtibatları muhakkak olan hakiki şahsiyetlerin oluşturduğu bir müretteba’ın hiçbir irtibat mirtibat keyfiyeti yoktur esasen hal-i hazırda. Bu mahut hal-i hazırdan, insanın, kendini en çok ama bi’o kadar da üstü örtülü olarak aldattığı örneklerin başında siyaset ve idare bilişimindeki işbu örnektir: “O seçilmiş vekil ve mebusların olan insanla birebir görüşebilip bildirişim ve iletişim, bilişim ve bilgileşim içinde olamıyor musun sanki canım!” muahezesiyle karşı karşıya kalıyoruz çünkü. Diyorum ki, “var sandığınız bir konnektivitedir bu ancak”. Niye öyledir anlatayım özetle.

Galat-ı meşhur “söz uçar yazı kalır” darb-ı meselimiz vardır bilirsiniz. Bu icazlı sözün aslı “söz döner yazı kalır” şeklindedir diye Ahmet Esgin’in yaptığı tashihi de tashih ederek bu özet ifademin başında, bu sözden doğru, konnektivitenin bilişimde ne kadar mühim bir yere sahip olduğunu arzedeyim bakınız: “Lafz döner yazı kalır”… “verba volant scripta manent”. “Lafzolan döner yazılan kalır”. Enformasyon mesleğinin ve bilgiyi işlemek usulünün ıstılahında, mezkür vecizenin manası şudur: “Bildirişim ve iletişim, telaffuzdan ibarettir yani hıfzedilmeyecek vasattaki murabatadır, onun ister zihinlerde ve zekalarda ezberlenerek ister zabıtlarda, vesikalarda, evrakta yazılarak istiklali muhafaza edilmeye merbuttur ve ancak o vakit bilişmek ve bilgileşmekten bahsedebiliriz.” Kah tahrir kah ezber bu ikisinden biri yoksa eğer muhataplığı şart ve mukadder ve mutasavver olanlar arasında, tahrirle yahut ezberle muhafaza edilmemiş (güya) iletişim (intikal, irtibat) yok hükmündedir.

Lafızda kalıyorsa meramlar, sohbetler, temaslar, mukaveleler ve her türden münasebet… yani ne ezberlere ne meslek erbaplığına ne geleneğe ne kayda küreğe geçmiyorsa; bi’l-ahire vakitlerde istinat edilecek herhangi imkan da hasıl edilmemiş demektir. İstinatgah edinilesi ispatları ve delilleri olmaksızın kimle ve ne sebeple temasa geçerseniz geçiniz orada, ancak, “var sanılan bir konnektivite”den bahis açılabilir. İsteyen istediği yönde evirir çevirir. Kalıcı olmayanla bilişim muhaldir. Nasıl ki hakkaniyete mugayir siyaset varolagelebiliyor diye merak etmiyorsak hakkaniyete mugayir enformasyon da aynı zeminde kendine alan açabilmektedir.

Bilişim dairesinde ciddi sorunlarımız var ve fakat bu sorunlar ne cihaz ne de mecra sorunudurlar. Bilişmek isteyen var mı yok mu, sorun insan sorunudur. Çünkü bildirişim, iletişim, bilişim, bilgileşim hailesinde ve gailesinde bugünkü günün baskın maslahatı, insanı yok sayan ama hiçbir insanın üzerine alınmayacağı ve hatta reddettiği yanısıra şikayetçi olduğu çıkarcılığı, dayatmacılığı, dalavereyi mutlak galip mevkiine yükseltmiştir. Konnektiviteyi ifsad ederek bütün enformatikleri fısk ü fücur ehline terkeden enformasyon… işte enformasyonizm dediğimiz şeye dönüşendir tastamam.

Bu şekilde dikkatlerini çektiklerimin bir kısmı “büyü artık Tahsin, ne zaman büyüyeceksin sen” diye espri yapıyorlar diğer kısmı da “meclisler tasarruf makamı değildirler ki onlarla kurum-birey ilişkisi gerekmez” diyorlar. Espri yapanlara bi’şey demiyorum. Bana işin dersini vermeye kalkışıp da “tasarruf makamı kavanin makamı” farkını öğretmeye çalışanlara ise sadece şunu söyleyeceğim: Toplum adına karar alıp o kararların hangi tasarruf makamlarınca tatbik edileceğini vazeden meclislere gönderdiğim adamlar da sizin gibi iş işliyor zaten ve sizin gibi namussuz işleyen zekalarıyla bilişim (!) sistemleri kurdurabilecekleri insanları bilişimci olarak mezun ediyorlar okullardan. Ve böylece “Tahsin’in meclise gündem önerisi mektubunun Beykoz Belediye Meclisi Başkanlığı’na havale edilmesini engelleyen” yazılımlar kodlanabiliniyor.